Yasin Suresi ve Kuranda Bahsi Geçen Anadolu Şehri: Antakya

Türkiye’nin Asya kıtasındaki toprakları Anadolu olarak adlandırılmaktadır. Anadolu toprakları üzerinde tarih boyunca birçok medeniyet hüküm sürmüş, başta İlkçağ Uygarlıkları, Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı İmparatorlukları olmak üzere birçok ülkenin önemli bir bölümünü oluşturmuştur. Bu önemin sebebi kuşkusuz doğu ve batı arasında tarih boyunca işlek olarak kullanılan güzergaha ve bereketli topraklara sahip olmasıdır. Bu nedenlerden ötürü tarih boyunca önemli şehirlerden birkısmı da buralarda kurulmuş, önemli tarihi olaylar buralarda yaşanmıştır.
Bu şehirlerde yaşayan insanlara, Yüce Allah (c.c.) tarafından çeşitli vasıtalarla ilahi tebliğler iletilmiştir. Yüce rehberimiz Kuran-ı Kerim de bu olaylara yer verilmiştir. Bu olayların yaşandığı yerler kesin olarak bildirilmediğinden, bir kısmının Anadolu toprakları üzerinde yaşandığı, İslam alimleri tarafından rivayet edilmiştir. Bu tahmin ve görüşlere dayanarak Hz. İbrahim (a.s.)’ın ateşe atıldığı yer olarak Şanlıurfa, Mağara arkadaşları olarak adlandırılan Ashab-ı Kehf’in Tarsus’ta, Hz. İsa’nın havarilerini, tebliğ için gönderdiği şehrin Antakya olduğu rivayet edilmiştir. Buradaki makalede Yasin-i Şerif Suresinde zikredilen bu olaya değinilecektir.

Bu mübarek sûre, Cin sûresinden sonra Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur. Seksen üç âyeti kerimeden meydana gelmektedir. "Yasin" tabiriyle başladığı için kendisine bu isim verilmiştir. Bunun yanında kendisine: "Kalp", "Dafia (Def eden anlamında)", "Kaziye" "Muammime" ismi de verilmiştir. Çünkü islamın birçok temel konularını içine aldığı ve okuyanların kalplerini aydıntattığı için Peygamber Efendimiz (s.a.s) “Yâsîn Kur’ân’ın kalbidir” buyurmuştur." Birçok yanlış inancı engellemeye çalışıp İslâmiyet'i savunduğu için de "Dafia" adını almıştır. Ve birçok gafilleri ikaz ederek haklarındaki ilâhi hükmü bildirdiği için de "Kaziye (Uyarıcı)" ismiyle hatırlanmıştır. Kendisini tam bir samimiyetle okuyanların bütün dünyevî ve uhrevî nimetlere kavuşmalarına vesile olacağı ve okunarak sevabının bütün müslüman ölülerine hediye edileceği müjdelendiği için de kendisine "Muammime" adı verilmiştir (Bilmen). Hz. Peygamber: “Ölmek üzere olanların yanında Yasin sûresini okuyunuz.” buyurmuştur. Zira âhirete doğru yolculuğun sonunda, bu hakikat dersini dinlemek önemlidir. Bazı âlimler ise ölülerin bile ondan faydalanacaklarını, kabrin başında okunmasının hadiste yeri olduğunu kabul etmişlerdir.

Âyette herhangi bir işaret olmamakla beraber, tefsirlerin çoğuna göre, buradaki elçiler, Hz. Îsâ’nın havarîleri, muhataplar Roma İmparatorluğunun hâkimiyeti altında yaşayanlar, şehir ise Antakya veya o civarda bir başka şehirdir. Surede Kur’ân’ın dâveti ile şirkin hakimiyetinin yıkılacağı anlatılmaktadır.

Kur'an-ı kerim'de çeşitli konulara değinilirken kıssalara yer verilmiştir. Bu kıssaların hedefi insanları imana yöneltmek, inanan insanların imanlarını kuvvetlendirmektir. Bu Sûre-i şerif'in 13 ve 29. ayetlerinde geçen kıssada, birçok İslam alimine göre kendilerini Hakk'a dâvet için gönderilmiş olan elçileri Antakya halkının nasıl reddettikleri ve o elçilerin de kendilerini nasıl savunmuş oldukları anlatılmaktadır. Bu ayetlere ve birkaç alimin ortaya koymuş olduğu tefsirlere aşağıda yer verilmiştir:
"Onlara o memleket halkını (Antakyalılar'ı) misal getir. Hani oraya elçiler gelmişlerdi." (Yâsin: 13)
"Sen onlara o şehir halkını örnek ver." Ayeti kelimesi ile, gerek üzerlerine azab sözü hak olanları korkutmak ve gerekse Kur'ân'a uyanları müjdelemek konusuna değinilmiş, bu nedenle yukarıda da bahsedildiği üzere Yâsin'in kalbi denilse yeridir. Yani Hıristiyanlığın karşısında müşrik Romalılar nasıl söndüyse İslâmiyetin karşısında da öyle devletler yıkılacak "Onu bütün dinlere üstün kılma." (Fetih, 48/28) sırrı ortaya çıkacaktır. İslâm daima galiptir, Allah-u Teâlâ inananların her zaman için yanındadır. Dinine yardım edenlere yardım eder, lütfu ile destekler.
Yukarıda da bahsedildiği üzere ayette zikredilen bu şehrin Antakya, elçilerin de İsa (a.s.)ın havarilerinden gönderilenler olduğu tahmin edilmektedir. İsa Aleyhisselâm hayatta iken dinini müjdelemek için zaman zaman çeşitli yerlere dâvetçiler göndermiştir. Antakya halkını Tevhid'e dâvet etmek için Havârîler'inden iki kişiyi gönderdiği tahmin edilmektedir. O halde anılan kavmin de Romalılar olduğu anlaşılmaktadır.
Oranın halkı gönderilen elçilere karşı çıkınca arkalarından bir Havârî daha gönderilmiştir.
Allah-u Teâlâ bu hadiseyi şöyle haber veriyor:
"O zaman kendilerine iki elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı." (Yâsin: 14)
Elçiler onlara gelip kendilerini Hakk'a dâvet ettiklerinde, hiç düşünmedden reddettiler. Hatta üzerlerine saldırdılar ve hapsettiler.
Hamdi Yazır, "Hani biz onlara iki elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı." Ayet-i kelimesindeki ifadeden, bunların Allah tarafından peygamberlik verilmiş resuller olduğu anlaşıldığını söylemiştir. Ebu Hayyan der ki: "Siz ancak bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsiniz" denilmiş olması da buna işaret eder. Çünkü bu konuşma peygamberlere karşı olur. İbnü Abbas'ın ve Ka'b'ın görüşü de budur. Fakat Katâde ve diğerleri demişlerdir ki, bunlar, Havarilerden olup İsâ (a.s.) kaldırılışı sırasında gönderildi. Buna göre "biz gönderdik" buyurulması ve Hz. İsa tarafından gönderilmeleri de Allah Teâlâ'nın emriyle gerçekleşmiştir. Bazıları bu ikisinin Yuhanna ile Pavlus olduğunu "Biz (o peygamberleri) bir üçüncüsü ile destekledik." ayeti ile bu üçüncüsünün de Şem'unussafâ olduğunu söylemişlerdir. Ancak bazı yorumculara göre açıklamanın asıl hedefi, Hz. Muhammed'in (s.a.s) peygamberliğinin şan ve şerefini temsilde açık denecek kadar bir işaretle göstermek içindir. Yani ikinin bir üçüncü ile takviyesi, Hz. Musa ve Hz. İsa'nın ardından Hz. Muhammed'in peygamberliği ile "Kendisinden öncekileri tasdik edici olarak." (Âl-i İmran, 3/3)güç ve takviyesini temsil ediyor. Önce Musa ve İsa'yı göndermiştik, bunları yalanladılar, sonra da Muhammed (a.s) ile bunlara güç ve kuvvet verdik denilmiş gibi oluyor. Elçiler o şehre vardılar da haberiniz olsun biz, sizlere gönderilmiş elçileriz dediler.
Antakya halkı da bir topluluğa her elçi gelişte tekrarlanan itirazlar gibi, gelen elçilere aynı şekilde karşı koydular.
(0 inkarcılar da- dediler ki) Siz bizim gibi bir insandan başka birşey değilsiniz. Ve rahman hiçbir şey indirmedi. Siz başka değil, ancak yalan söyleyenlersiniz. (Yâsin: 15)
0 mübarek zâtlar, o şehir ahalisini tevhid dinine davet edince o inkarcılar da (Dediler ki: Siz bizim gibi bir insandan başka birşey değilsiniz) bize karşı sizin özelliğiniz; bir üstünlüğünüz yoktur, (ve Rahman hiç bir şey indirmedi). Öyle iddia ettiğiniz gibi size bir vahy indirmedi ve Peygamberlik ihsan etmedi, sizi bize tercih buyurmadı. Bu nedenle (siz başka değil, ancak yalan söyleyenlersiniz) 0 ahalinin "Rahman birşey indirmedi" demelerinden onların puta tapan bir kavim oldukları anlaşılmaktadır.
(0 elçiler de) dediler ki: Rabbimiz bilir ki, muhakkak bizler sizin için elbette gönderilmiş elçileriz. (Yâsin: 16)
0 elçiler de o ahalinin inkârını reddederek (Dediler ki: Rabbimiz bilir ki, muhakkak bizler sizin için elbette) Allah tarafından âyetlerle (gönderilmiş elçileriz) biz birer elçiyiz, size Allah'ın dinini tebliğ ediyoruz. Eğer biz hakikate aykırı bir iddiada bulunursak elbette ki, o Yüce Yaratıcı bizi kahreder, bizden şiddetle intikamını alır. Bu zâtlar, "Rabbimiz bilir ki," demekle bir anlamda yeminde bulunmuş, iddialarını yemin ile güçlendirmeye çalışmışlardır.
Bizim üzerimize (gereken ise) apaçık bir tebliğden başka birşey değildir. (Yâsin: 17)
Ve o zâtlar, halka hitaben dediler ki: (Bizim üzerimize) Allah tarafından gelen görev ise (apaçık bir tebliğden başka birşey değildir) Evet.. Bizim görevimiz, söylediklerimizi kesin deliller ile mucizeler ile güçlendirerek sizi tevhid dinine davetten ibarettir. Kabul etmez iseniz sorumluluğu size aittir.
(0 inkarcılar da) Dediler ki: Doğrusu siz bize uğursuz geldiniz. And olsun ki, eğer vazgeçmez iseniz elbette sizi taşlayacağizdir. Ve elbette ki, bizim tarafımızdan size pek acıklı bir azap dokunacaktır. (Yâsin: 18)
0 zatların o kadar doğru ve iyilik sever ifâdelerine rağmen o inkarcılar da (Dediler ki:) ey bizi tevhid dinine davet eden insanlar!. (Doğrusu siz bize uğursuz geldiniz) Sizin bu davetiniz yüzünden  bir fitneye düştük, aramızda ayrılık meydana geldi.  Bir görüşe göre bir süre Allah şehrtinyağmurdan  mahrum  kalmışlardı, (andolsun  ki, eğer vazgeçmez iseniz) Bizi tevhid dinine davet eder durursanız, (elbette sizi taşlayacağız) sizi taşlayarak öldüreceğiz (ve elbette ki, bizim tarafımızdan size pek acıklı bir azap dokunacaktır.) sizi öldürmesek bile yine pek şiddetli bir cezaya mâruz bırakacağizdir, siz elimizden kurtulamayacaksınızdır.
(Elçiler de) Dediler ki: Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Siz öğüt verildiğiniz halde de mi?. Bunu uğursuzluk sayıyorsunuz?. Hayır.. Siz aşırı giden bir kavimsiniz. (Yâsin: 19)
19.  0 mübarek elçiler de (Dediler ki: Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraberdir) sizin başınıza gelen ve gelecek belâlar, felâketler, sizin için amellerinizin birer neticesidir, sizin şirk ve küfrünüzün birer cezasıdır. (Siz öğüt verildiğiniz halde de mi) uhrevî azaptan kurtulmanız için hafifletilerek hakkınızda hayırlı ihtar yapıldığından dolayı da mı öyle uğursuz sayıyorsunuz, bize karşı düşmanca bir tutum alıyorsunuz? Bu ne kadar cehalet, ne kadar nankörlük!. (Hayır.. Siz aşırı giden bir kavimsiniz) Sizin âdetiniz, isyandır, haddi aşmaktır. Ondan dolayıdır ki, kendilerine karşı şükür borçlu olmanız gereken kimselere karşı düşmanlık gösteriyorsunuz. Onların selâmet ve saadetinize vesile olacak uyarılarını birer felâket sebebi sanarak onları uğursuz sayıyorsunuz. Bu ne kadar aksiliktir?.
"Alusî merhum tefsirinde diyor ki: Böyle uğursuz sayma, cahillerin adetidir. Onlar kendi şehvetlerine -nefsani arzularına- uygun olan şeyleri uğurlu sayarlar, isterse, o şeyler bütün kötülüklere yol açmış olsun. Kendi şehvetlerine uygun görmedikleri şeyleri de uğursuz sayarlar. İsterse, o şeyler her hayrı gerektirmiş olsun. 
Habib-i Neccâr
Antakya halkı dâvetçileri reddettikleri gibi, öldürmek için söz birliği ettiler. Bunun üzerine şehrin öte
başından Habib-i Neccar adında inanmış bir kimse alelacele imanını açığa vurdu. Hak ve hakikati ortaya çıkarmak için çaba sarfetti.
O esnada şehrin ta öbür ucundan bir adam bu adam, bu kahraman fedai, bu büyük mücahid, bu güzel vâiz, doğru cennete giden ve Allah Teâlâ'nın özellikle ikramına kavuşan bu sevgili şehit, Habib-i Neccar diye tanınmaktadır. “Neccar“ kelimesi marangoz anlamına gelmektedir. Yine rivayetlere göre bu mümin Antakya’da tabut imal eden bir marangozdur. Allah dostu olması sebebiyle kendisi “Habib-i Neccar“ olarak anılmıştır.
Medine, şehir demektir. Şehrin en ucu, ta öte başı demek oluyor ki, elçilerin tebliğleri şehrin her tarafından işitilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Bu medine (şehrin) de Antakya olduğu daha önce de belirtildiği gibi rivayet olunmaktadır. Ayrıca tarihi kaynaklar Antakya’nın o zaman büyük ve geniş bir şehir olduğunu göstermektedir. Şehrin öteki ucundan gelen bu zat, yani Habib-i Neccar, elçilere suikast edilmek üzere bulunduğunu haber almış olup koşarak gelmiştir. İman edenlere örnek olmak, yol götermek için bütün gayretiyle çalışıyordu. Bu öğüt de ayet-i kelimede geçtiği gibi şöyledir: Ey benim kavmim! Ey hemşerilerim dedi uyun, o gönderilen elçilere uyun; dedikleri yola gidin.
"Şehrin öbür ucundan bir adam koşarak geldi ve şöyle dedi: Ey kavmim! Bu elçilere uyun. Sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere uyun, onlar hidayete erdirilmiş kimselerdir." (Yâsin: 20-21) 
Zayıf bir rivayete göre Habib-i Neccar adlı müminin, imanla kucaklaşmadan önce hastalıklı bir erkek evladı vardır. Bu evladının hastalığından dolayı şehirden uzakta bir yerde yaşamaktadır. Sonrasında şehre gelen elçiler ilk olarak bu müminle karşılaşıp, çocuğuna şifa verecek yardımda bulunmuş, oda bu kişilerin faziletli insanlar olduğunu bizzat yaşayınca, kendisine nasip olan iman gerçekleşmiştir. Hatta Hristiyan aleminde bu elçilerin şehrin uzak olan noktasında bulunan bu yerde Allah’a ibadet ettikleri için burayı kutsal olarak atfetmişlerdir, halen birçok insanın ziyaret ettiği bir yer olmuştur.
Ayet-i kelimenin tefsirine gelince burada öncelikle hemşerilikten kaynaklanan yakınlıkla öğütte bulunmuş, onların elçi olduklarını haber vermekle imanını açıklamıştır. Bunu gerektiren nedenleri de şu şekilde belirtmiştir:
“Uyun o kimseye ki Sizden bir ücret itemez.” Dünya ile ilgili maddi bir karşılık talep etmez. Onlar hidayete ermiş, doğru yolu tutmuş kişilerdir. Burada iki şeyin kastedildiği düşünülmüştür: Bir yolcunun bir rehbere uyması için iki engel düşünülebilir. Ya uç miktarda bir ücret istemesi yahut niyetine güven duyulmamasıdır. Bunlar ise ücret istemedikleri gibi aynı zamanda hidayet sahibi kimselerdir. O halde bunlar resul olmasalar bile doğru ve ücret istemediklerinden dolayı kendilerine uymamak için mantıklı hiçbir sebep yoktur.
"Hem ben, ne diye beni yaratana kulluk etmeyeyim. Oysa siz de yalnızca ona döndürüleceksiniz." (Yasin: 22)
Bunun yanında kendi tercihine ilişkin olarak da: “Hem benim neyime ki, ibadet ve kulluk etmeyeyim O beni yaradana?” demektedir. İmanı gerekli kılan sebebe işaret eden bu söz, irşatta incelik için şefkat gösterilmek suretiyle en güzel örneklerden biridir. Yani o resuller, bizi, yaradana kulluk etmede yalnız O'nu tanıyıp, O'na ibadet etmeye davet ediyorlar. Bunun doğruluğu ise açıktır. Ben sizi kendim gibi düşünüyorum, ben beni yaradana kulluk etmeyi borcum, görevim bilirim, çünkü beni yaratmıştır. O'na karşı bu görevimi yerine getirmek için hiçbir gerekçem ve engelim yok. O halde siz, o sizi yaradan Rabbinize niye ibadet etmeyesiniz? Halbuki hepiniz döndürülüp O'na götürüleceksiniz. O halde O'na kulluktan nasıl kaçınırsınız?
"Onu bırakıp da başka ilahlar mı edineyim? Eğer Rahmân bana bir zarar vermek istese, onların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve beni kurtaramazlar." (Yasin: 23)
Hiç ben O'ndan başka ilâhlar mı edinirim, başka mabud (ibadet edilecek) mi tutarım? Çünkü eğer rahmetiyle beni yaratmış olan Rahmân, ya beni bir zararla, bir sıkıntı ile sıkmak isterse onların, yani O'ndan başka tapılanların benden yana şefaatleri hiçbir fayda vermez. Ve beni kurtaramazlar.
"O taktirde ben mutlaka açık bir sapıklık içinde olurum." (Yasin: 24)
Hiçbiri mabud olamazlar. Şüphesiz ki beni yaradan Rahmân'dan başka mabudlar edinirsem apaçık bir sapıklık içine girmiş olurum.
"Şüphesiz ben sizin Rabbinize inandım. Gelin, beni dinleyin!" (Yasin: 25)
Bu güzel sözlerin sonu olan bu güzel hitapta birkaç anlam yüklüdür:
Birincisi: Resullere hitaptır; halkın öldürmek için saldırıları üzerine onlara şöyle ikrar edip şahit tutmuştur: Haberiniz olsun ey resuller! Ben sizin Rabbinize gerçekten iman ettim, şimdi beni duyun da şahid olun. Yarın âhirette O'nun huzurunda şahitlik edin.
İkincisi: Yine kavmine hitaptır ki, şöyle demek olur: Haberiniz olsun, ben o sizi yaradan Rabbinize şüphesiz iman ettim, ey kavmim! Gelin dinleyin beni de o resullere uyun, siz de iman edin.
Üçüncüsü: Geleceğin insanları da dahil olmak üzere duyma yeteneği olan herkese hitap veya yemin olarak, haberiniz olsun, ben iman getirdim, Rabbiniz aşkına bundan böyle dinleyin beni!
(Kavmi onu öldürdüğünde kendisine): "Cennete gir!" denildi. O da, "Keşke kavmim, Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikram edilenlerden kıldığını bilseydi!" dedi. (Yasin: 26-27)
Bakınız sonuç ne oldu: “Gir cennete! denildi.” Yani şehit edildi, kendisine doğrudan doğruya cennete girmek ikram edildi ki, Allah yolunda şehit olanlar hep böyledir. Böyle denilince dedi ki: Bu ne güzelmiş! keşke kavmim bilselerdi
“Rabbim bana ne büyük mağfiret buyurdu da beni böyle ikram edilen kullarından kıldı.” Kavmi hakkında böyle temennide bulundu. Demek kavmini unutuvermemiş, kin ve intikam duygusu da beslememiş, düşmanlarına bile merhamet eden evliyâ ruhu ile istemişti ki, kendinin erdiği mutluluğu bilseler de, cinayetlerine, küfürlerine tevbe edip iman ve ibadet yolunu tutsalar, Allah yolunda fedailik etseler. Bununla beraber bu temenni, haklı bir öğünme mânâsından uzak değildir.
Kendisinden sonra kavmi üzerine (onları cezalandırmak için) gökten hiçbir ordu indirmedik. İndirecek de değildik. Sadece korkunç bir ses oldu. Bir anda sönüp gittiler. (Yasin: 28-29)
Şimdi hiç şüphe yok ki, burada hatıra şöyle bir soru gelir: Böyle bir kahramanı, böyle yüksek bir öğütçü ve mücahidi öldüren o kavme Allah Teâlâ ne yaptı? Böyle bir soruya karşı buyuruluyor ki: Onun arkasından da kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik. Yani onu dinlemeyip öldüren kavmini de onun arkasından sağ bırakmadık, gerçi o şehidin arkasında ve Resullerin elinde bir ordu yoktu.Bununla beraber onlarla harp için gökten bir ordu da indirmedik, indirmiş de değildir. Yani bu gibi durumlarda gökten apaçık bir ordu indirivermek Allah'ın âdeti olmamış olduğu gibi, olağanüstü olarak da indirmedik. Daha doğrusu indirecek de değildik. Allah'ın bir kavmi mahvetmesi için öyle ordular indirmesine gerek yoktur. "Bedir" de, "Hendek"te melekler indirmesi bile sadece müminlere bir müjde ile kalblerini huzura kavuşturmak içindi. O bir iş dileyince sadece: "ol!" der, oluverir.
Onun için meydana gelen olay sâdece bir gürültü oldu. Tek bir ses, bir haykırma, Cebrail'in bir haykırması. Hemen sönüvermişlerdi. Önüne geleni yakmak isteyen o ateşli kavim, o zamandan itibaren sönmüşlerdir. Bundan Antakya halkının mahvolduğunu, helâk olduğunu anlamak istemişlerse de Hıristiyanlık daveti karşısında müşrik Roma devletinin ortadan kalkmış olduğunu anlamak daha kapsamlıdır.
Şüphesiz Yasin-i Şerif’in bütünü, en büyük mucize olan Kuran-I Kerimin bütünü gibi değerlidir. Ancak konu olarak belirlediğimiz Anadolu şehri Antakya ile ilgili bilgilerden dolayı bu surenin ilgili ayetlerinin tefsirine değinilmiştir.
Antakya’da bahsi geçen bu mukaddes mekanlar halen ayaktadır.  Âl-i İmrân suresi 137. ayetinde Yüce Rabbimiz “Sizden önce(ki milletlerin başından) nice olaylar gelip geçmiştir. Yeryüzünde gezin dolaşın da yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu bir görün.” diye emretmiştir. Her şeyden önce bu emri yerine getirmek için imkan buldukça bu yerleri dolaşmak Kuranı Kerimi canlı yaşamak için birer vesile olabilir.

Yararlanılan Kaynaklar




Köktürk