Sabır

1. “Ey iman edenler! Sabredin, sabır yarışında (düşmanlarınızı) geçin!” Âl-i İmrân sûresi (3), 200

Felah ve kurtuluşun temel şartlarını açıklayan âyet-i kerîme, ilk olarak, sabırlı olmayı sabır
yarışında düşmanları geçecek bir dayanıklılık göstermeyi istemektedir. Devamında da sürekli uyanık
bir şekilde sınır bekçiliği yapmayı ve Allah’a karşı daima saygılı bulunmayı tavsiye etmektedir.
Âyet-i kerîme, kurtuluş ve mutluluğun en başta gelen şartının sabır olduğunu, imtihan ve sıkıntılara
sabırla göğüs germesini bilmeyenlerin başarıya ulaşamayacaklarını açıklamaktadır.
Kısaca “Zafer ve başarı, gösterilecek sabra bağlıdır” mesajını vermektedir. Elmalılı merhum Âl-i İmrân
sûresinin son âyetinde,
Allah’tan, kâfirlere karşı yardım ve zafer isteyen mü’minlere Allah Teâlâ’nın
bu âyetle cevap verdiğini belirtmektedir.

2. “Sizi korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz eksiltmekle elbette deneriz.
Sabredenleri müjdele!” Bakara sûresi (2), 155

Bu âyette, korku, açlık, mal, can ve ürün kaybı gibi müslümanların tâbi tutulacağı imtihan çeşitleri
sayılmaktadır. Bütün bunlar karşısında sabırlı davranan ve Allah’a karşı güvenini kaybetmeyen,
teslimiyetini bozmayan mü’min kazanacaktır. Bu kazancın niteliğini aşağıdaki âyet haber
vermektedir.

3. “Sabredenlere, felâketlere karşı dişlerini sıkıp göğüs gerenlere, mükâfatları hesapsız
ödenecektir.” Zümer sûresi (39), 10

Ödülün hesapsız olması, sabrın ehemmiyetini göstermektedir. Felâketler karşısında gösterilecek sabır,
pek büyük bir meziyet olmasaydı, hesapsız mükâfat vadedilmezdi.

4. “Fakat sabredip (kendisine yapılan kötülüğü) bağışlayanın işi, işte bu, benimsenmeye değer
işlerdendir.” Şûrâ sûresi (42), 43

Sabretmek ve affedici olmak kolay bir iş değildir. Kendilerine benzemeye ve yaptıklarını izlemeye
değer kişiler böyle insanlardır. Çünkü onlar gerçekten zoru başarmış, güzeli ortaya koymuşlardır.
Sıkıntılara sabretmek ve başkalarının hatalarını bağışlamak gerçekten önemli ve sebep-sonuç
açısından birbiriyle yakından ilgili iki tavırdır. Bu iki davranışta bulunan kişi örnek alınmaya lâyıktır.

5. “Ey iman edenler! Başınıza gelecek her şeye sabretmekle ve namaz kılmakla Allah’tan yardım isteyin. Allah sabredenlerle beraberdir.” Bakara sûresi (2), 153

Güçlükler ve zorluklar karşısında yardım isteme durumunda kalan müslümanlar, sabırlı davranmak
ve dua etmek suretiyle Allahtan yardım dileyeceklerdir. Dayanmadan, göğüs germeden hemen başarılı
olmayı beklemeyeceklerdir. Namaz, nasıl öteki ibadetlerin başı ise, sabır da bütün ahlâkî davranışların
başıdır. Bu sebeple Allah’ın yardımı ancak bu iki üstün halde istenmelidir. İslâmî hedeflere, devamlı
kulluk yapmakla ve bu uğurda karşılaşılacak güçlük ve felâketlere göğüs germekle varılabilir. Çünkü
kulluk ve sabırla Allah’tan yardım dilemek, başarının iki önemli şartıdır.

6. “İçinizdeki mücâhidlerle sabredenleri ortaya çıkarıncaya kadar elbette sizi deneyeceğiz.”

Bu âyet, mücâhidler ile sabırlı davrananların birbirlerine çok yakın olduklarını, yani sabrın da
bir nevi cihad demek olduğunu anlatmaktadır. O halde cihad ne ölçüde babayiğit işi ise, sabır da aynı
şekilde yiğitçe bir tavırdır. Hele cihadın güçlüklerine sabretmek ise, başlı başına ayrıca bir cihad
anlamındadır. Hayattaki imtihanların hikmeti de bu mücâhidler ile sabredenlerin ötekilerden ayrılıp
ortaya çıkarılması, belirlenmesidir.

HADİSLER

1. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in azadlısı, dostu ve dostunun oğlu olan Ebû Zeyd Üsâme İbni Zeyd İbni Hârise radıyallahu anhümâ’dan nakledildiğine göre o şöyle dedi:

Kızı (Zeynep), Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’e:

- Oğlum ölmek üzeredir, lutfen bize kadar geliniz, diye haber gönderdi. Peygamber sallallahu aleyhi ve
sellem:

- “Alan da veren de Allah’tır. O’nun katında her şeyin belli bir vakti vardır. Sabretsin ve ecrini
Allah’tan beklesin”, buyurarak kızına selâm gönderdi. Bunun üzerine Kızı, Nebî sallallahu aleyhi ve
sellem’e;

- Ne olur, mutlaka gelsin, diye tekrar haber yolladı.

Bu defa Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem yanında Sa’d İbni Ubâde, Muâz İbni Cebel, Übeyy İbni
Kâ’b, Zeyd İbni Sâbit ve başka bazı sahâbîler olduğu halde kalkıp kızına gitti. Çocuğu Hz. Peygamber’e verdiler, kucağına aldı. Yavrucak pek zor nefes almaktaydı. Resûlullah’ın gözlerinden yaşlar boşandı.

Durumu gören Sa’d İbni Ubâde:

- Ey Allah’ın Resûlü, bu ne haldir? dedi. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem de:

- “Bu, Allah’ın, kullarının kalbine koymuş olduğu merhamet duygusudur” buyurdu.

Hadisin bir başka rivâyetinde Hz. Peygamber, “Bu, dilediği kullarının kalbine Allah’ın koyduğu
bir rahmettir. Zaten Allah ancak, merhametli kullarına rahmet eder” buyurmuştur.
Buhârî, Cenâiz 33, Müslim, Cenâiz, 9, 11. Ayrıca bk. Buhârî, Eymân 9, Merdâ 9, Tevhîd 25; Ebû Dâvûd,Cenâiz 24, Edeb 58; Nesâî, Cenâiz 22; İbni Mâce, Cenâiz 53

Üsâme İbni Zeyd

Hadisimizin râvîsi Üsâme İbni Zeyd radıyallahu anhümâ “hibbu Resûlullah” (Resûlullah’ın sevgilisi)
lakabı ile bilinmektedir. Resûlullah’ın onu ve torunu Hasan’ı kucağına alıp “Allahım, ben bu ikisini
seviyorum, sen de sev onları!” buyurduğunu rivayet etmektedir. Üsâme, küfür, şirk ve Câhiliye pisliklerine hiç bulaşmadı. Hicretten sonra savaşlar başlayınca, yaşı küçük olduğu için ilk harblere katılamadı . Fakat kısa zamanda seriyyelerde er ve komutan olarak görev aldı. Mekke fethinde ve sonraki harblerde bulundu.

Üsâme bir harbte başından geçen olayı şöyle anlatır:

Medineli bir müslüman ile birlikte bir müşriki takibe başladık. Yakalanacağını anlayınca Lâ ilâhe
illallah deyiverdi. Medineli müslüman derhal silahını geri çekti. Ben ise, onun canını kurtarmak
maksadıyla kelime-i tevhîd’i söylediğini düşünerek aman vermeyip adamı öldürdüm. Dönüşte durumu
Resûlullah’a haber verdiğimizde:

- “Ey Üsâme!, Lâ ilâhe illallah diyen birini mi öldürdün?” diye o kadar çok tekrar etti ki, ben o gün
müslüman olmayı ve o adamı öldürmemiş olmayı temenni ettim.

- “Bundan böyle asla Lâ ilâhe illallah diyen kimseyi öldürmeyeceğim” dedim. Resûlullah:

- “Benden sonra da mı Ey Üsâme?” buyurdu.

Ben de:

- “Evet, sizden sonra da” dedim.

Hz. Üsâme’nin, Hz. Osman’ın şehid edilmesiyle başlayan olaylarda hiçbir tarafı tutmayıp olaylara
karışmamasında muhtemelen bu kararı etkili olmuştur.
Üsâme, Hz. Peygamber tarafından daha 18 yaşında bir delikanlıyken, büyük sahâbilerden bir çoğunun
er olarak bulunduğu orduya komutan tayin edilmiştir. Ne var ki, Resûlullah’ın hastalığı sebebiyle
Medine’den ayrılmayan Üsâme ordusu, Efendimiz’in defninden sonra Halife Hz. Ebû Bekir’in emriylegöreve çıkmıştır. Görevini başarı ile tamamlamış ve Medine’de büyük sevinç gösterileri ile
karşılanmıştır.

Hz. Ömer, Üsâme ile karşılaştığında ona şöyle derdi:

- Selâm sana ey emîr! Resûlullah vefat ettiğinde sen bizim emirimizdin.

Ömrünün 20 yılını Hz. Peygamber’in çok yakınında geçirmiş bulunan Hz. Üsâme, Hz. Peygamber’den
128 hadis rivayet etmiştir. Bunlardan on beşini Buhârî ve Müslim birlikte rivayet etmişlerdir.
Hz. Peygamber’in “Allah ve Resûlünü seven, Üsâmeyi sevsin!” buyruğunun muhatabı bu yiğit
sahâbî, 60 yaşındayken hicrî 54. yılda vefat etti.

Allah ondan razı olsun.

Açıklamalar

925 ve 928 numaralarda tekrarlanacak olan hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz’in sözü edilen kızı,
Zeyneb’tir. Bu durum, Musannef adlı büyük hadis kitabıyla tanınan İbni Ebû Şeybe’nin bir rivâyetinde
açıkca görülmektedir. Can çekişen yavrunun adı, Ali İbni Ebü’l-Âs’tır. Ebü’l-Âs, Hz. Zeyneb’in ilk kocasıdır. Kızının çağırdığını duyunca Hz. Peygamber’in kalkıp gitmemesi, ancak Hz. Zeyneb’in yemin vererek gönderdiği son haber üzerine gitmesi, bir kaç ihtimalle açıklanabilir:

Hz. Peygamber o anda ya önemli bir işle meşgul bulunuyordu; ya da Hz. Zeyneb’i eğitmek, Allah’a tam
teslim olmak gerektiği fikrini ona vermek istemişti veya bu tür çağrıları alınca hemen gitmenin
gerekli olmadığını beyan etmek istemişti. Hadisin râvîsi Üsâme İbni Zeyd, haberi Hz. Peygamber’e verdikleri zaman çocuğun can çekişmekte olduğunu, zor nefes aldığını Buhârî’nin bir başka rivâyetinde daha açık ve duygulu ifâdelerle anlatmaktadır. İşte bu manzara karşısında rahmet peygamberi Efendimiz’in gözleri yaşarmıştır.

Hazrec Kabilesi reisi büyük sahâbî Sa’d İbni Ubâde’nin:

- Ölüye ağlamayı yasakladığın halde bu göz yaşları nedir, ya Resûlallah? diye sorması, onun her türlü
üzüntü ve göz yaşını, yasak edilen yaka-paça yırtarak ve bağırıp çağırarak ağlamak (niyâha)
hükmünde sanmasındandır. Efendimiz ise, sessiz ve ılık göz yaşı dökmenin, Allah Teâlâ’nın, kullarına
verdiği merhamet ve acıma hissinin tabiî ve güzel bir neticesi olduğunu söylemiş; Allah’ın, ancak
merhamet sahiplerine rahmet edeceğini bildirmek suretiyle böylesi üzüntünün hem yasak olmadığını
hem de mertliğe ve yiğitliğe aykırı bulunmadığını anlatmıştır.

Hz. Peygamber’in, kızı Zeyneb’e haberci ile ulaştırdığı sözleri, tam bir tâziye ve teselli örneğidir: “Alan
da veren de Allah’tır. Her canlının belli bir ömrü vardır. Sabretsin ve ecrini Allah’tan beklesin.” İşte bu
hâl, başa gelene rızâ çizgisidir. Sabır da zaten her zamankinden çok böyle yerde gereklidir.

Burada üç ayrı senedle gelmesine rağmen, iki senedinin tenkid edilmiş olması sebebiyle “zayıf” sayılan bir rivâyeti, Hz. Peygamber’in Muâz İbni Cebel’e yazdığı mektubun tercümesini, bir tâziye örneği olarak kaydetmek istiyoruz.

“ Bismillahirrahmanirrahim
Allah’ın resûlü Muhammed’den Muâz İbni Cebel’e...
Allah’ın selâmı üzerine olsun...
Kendisinden başka ilah bulunmayan Allah’a hamdettiğimi sana iletmek isterim. İmdi; Allah ecrini
artırsın, sana sabretme gücü versin. Bizi ve seni şükre muvaffak kılsın. Zira canlarımız, mallarımız,
evlâd ü iyâlimiz, azîz ve celîl olan Allah’ın bize tatlı hibeleri, geçici bir süre için yanımıza bıraktığı
emânetleri cümlesindendir. Allah sana o çocuğu vermekle seni sevindirdi. Şimdi de onu büyük bir ecir
karşılığında senden aldı. Onun karşılığında Allah’tan rahmet, mağfiret ve hidâyet bekliyorsan, sabret..
Üzüntü ve kederin, ecrini yok etmesin, sonra pişman olursun.

Bil ki, ağlayıp sızlamak hiç bir şeyi geri getirmez, hüzün ve kederi de defedemez; başa gelecek olan
zaten gelmiştir (Hâkim, el-Müstedrek, III, 273. Hadisin durumu hakkında bilgi için bk. İbni
Arrâk,Tenzîhu’ş-şerî’a, II, 368).
 

Hadisten Öğrendiklerimiz
1. Feryâd ü figân etmeksizin ölüye ağlamak câizdir.
2. Fazilet sahibi kişileri ölmek üzere olan hastanın yanına getirmek, gelmek istemezlerse,
   gerekiyorsa ısrar etmek câizdir.
3. Ölüm olayından önce ölünün yakınlarına sabır tavsiye edilir.
4. Çocuk da olsa hasta ziyâreti meşrûdur ve bu ziyârete izinsiz de gidilebilir.

 
2. Suheyb (-i Rûmî) radıyallâhü anh’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

“Sizden önceki ümmetler içinde bir padişah, bir de onun sihirbazı vardı. Bu sihirbaz yaşlanınca,
padişaha:

- “Ben yaşlandım, bana genç birini göndersen de ona sihirbazlığı öğretsem” dedi.

Padişah da ona bir genç gönderdi. Gencin yolu üzerinde bir rahip bulunmaktaydı. Genç ona uğradı,
yanında oturdu ve konuşmalarını dinledi, beğendi. Sihirbaza her gittiğinde rahibe uğrar ve yanında bir
süre kalırdı. Sihirbaz ona “niçin geç kaldın?” diye kızar ve döğerdi. Delikanlı bu durumu rahibe
şikâyet etti. O da şöyle dedi:

- Sihirbazdan korktuğunda, “evdekiler alıkoydular”de; âilenden çekindiğinde de “sihirbaz alıkoydu” de.
Genç, durumu böylece idare edip giderken, bir gün yolda insanların gelip geçmesine engel olan büyük
ve yırtıcı bir hayvana rastladı ve kendi kendine “Sihirbazın mı yoksa râhibin mi daha üstün olduğunu
işte şimdi öğreneceğim” diyerek bir taş aldı ve “Ey Allahım, rahibin yaptıklarını sihirbazın
yaptıklarından daha çok seviyorsan, şu hayvanı öldür ki insanlar yollarına devam etsinler” dedi ve taşı hayvana doğru fırlatıp onu öldürdü. Halk da geçip gitti. Daha sonra delikanlı râhibe gelip olayı anlattı.

Râhip ona:

- Delikanlı! Şimdi artık sen benden daha üstünsün. Zira, sen bu gördüğüm mertebeye erişmişsin. Öyle
sanıyorum ki, sen yakında bir belâya uğratılacaksın. Böyle bir şey olursa, sakın benim bulunduğum
yeri kimseye gösterme! dedi.
Delikanlı, körleri, alaca hastalığına tutulmuş olanları kurtarır ve diğer hastalıkları da tedâvî ederdi.
Padişahın o sıralarda kör olmuş bir yakını bunu duydu, değerli hediyelerle birlikte delikanlıya gitti ve:

- Eğer beni tedâvî edersen, bütün bunlar senin olacak dedi.

Delikanlı:

- Ben kendiliğimden kimseye şifâ veremem. Şifayı ancak Allah Teâlâ verir. Eğer sen Yüce Allah’a
inanırsan, ben ona dua ederim, o da (dilerse) sana şifa verir, dedi. Adam iman etti. Allah Teâlâ da ona şifa verdi. Adam eskiden olduğu gibi padişahın yanına gelip meclisteki yerini aldı.

Padişah:

- Senin gözünü kim iyi etti? diye sordu. O da:

- Rabbim, dedi.

Bu defa Padişah:

- Senin benden başka rabbin mi var? diye gürledi.

Adam:

- Benim de senin de rabbin Allah Teâlâ’dır, dedi.

Bunun üzerine sinirlenen padişah adamı tutuklattı ve gencin yerini gösterinceye kadar ona işkence
ettirdi. Sonuçta adam gencin yerini söyledi. Delikanlı getirildi. Padişah ona:

- Delikanlı, demek senin sihirbazlığın körleri ve alacaları iyi edecek dereceye ulaşmış. Duydum ki sen
epeyce işler yapıyormuşsun, öyle mi? diye sordu.

Delikanlı:

- Hayır, ben kimseye şifa veremem. Şifa veren Allah Teâlâ’dır dedi.

Padişah delikanlıyı tutuklattı ve rahibin yerini gösterinceye kadar ona işkence ettirdi. Neticede râhip
getirildi ve kendisine “dininden dön!” denildi. Râhip bu teklife yanaşmadı. Bunun üzerine padişah bir
testere getirtip başının tam ortasından rahibi ikiye biçtirdi. Rahibin parçalarının her biri bir yana
düştü. Sonra Padişahın adamı getirildi ona da “dininden dön!” denildi. Ancak o da kabul etmedi.
Padişah onu da parçalarının her biri bir tarafa düşünceye kadar testere ile başının ortasından ikiye
biçtirdi. Daha sonra delikanlı getirildi ve “dininden dön (yoksa öleceksin)” diye tehdid edildi, fakat
delikanlı direndi. Padişah delikanlıyı adamlarından bir gruba teslim etti ve onlara şu tâlimatı verdi:

- Bunu şu dağın tepesine çıkarın, dininden dönerse ne âlâ, değilse, aşağıya yuvarlayın gitsin.

Delikanlıyı götürdüler, dağın tepesine çıkardılar.

Delikanlı:

“Allahım, beni bunların elinden nasıl dilersen öylece kurtar!” diye dua etti. Bunun üzerine dağ sarsıldı
ve onlar aşağı yuvarlandılar. Delikanlı sapasağlam yürüyerek padişahın yanına döndü. Padişah ona:

- Yanındakiler ne oldu? dedi.

Delikanlı da :

- Allah beni onların elinden kurtardı, dedi.

Bunun üzerine padişah, delikanlıyı adamlarından bir başka gruba teslim etti ve:

- Bunu Kurkur denilen bir gemiye bindirip denizin ortasına götürün. Dininden dönerse ne âlâ, değilse,
denize atın gitsin, dedi.

Delikanlıyı alıp götürdüler. O:

“Allahım, beni bunların elinden dilediğin şekilde kurtar!” diye dua etti.
Gemi içindekilerle beraber ala-bora oldu, hepsi boğuldu. Delikanlı sağ-sâlim padişahın yanına döndü.

Padişah onu görünce:

- Yanındakiler ne oldu? diye sordu.

Delikanlı da:

- Allah beni onların elinden kurtardı, dedi ve ilâve etti:

- Benim sana söyleyeceklerimi yapmadıkça beni öldüremezsin.

Padişah:

- Neymiş onlar? dedi.

Delikanlı :

- Halkı geniş bir meydanda topla. Beni de bir hurma kütüğüne bağla. Okdanlığımdan bir ok al, yayın
tam ortasına koy. Sonra da “Delikanlının rabbinin adıyla de ve at. İşte ancak bunu yaparsan beni
öldürebilirsin” dedi.

Padişah halkı geniş bir meydanda topladı. Delikanlıyı hurma kütüğüne bağladı. Sonra delikanlının
sadağından bir ok aldı, yayına yerleştirdi. “Delikanlının rabbi olan Allah adıyla” deyip oku fırlattı. Ok,
delikanlının şakağına isabet etti. Delikanlı elini şakağına koydu ve oracıkta öldü.

Bunun üzerine halk:

- Biz, delikanlının rabbine iman ettik, dediler.

Daha sonra durumu padişaha ileterek:

- Gördün mü çekindiğin şey nihâyet başına geldi; halk iman etti, dediler.

Bunun üzerine padişah, sokak başlarına büyük hendekler kazılmasını emretti. Hendekler ateşle
doldurulmuştu.

Padişah:

- Bu yeni dinden dönmeyen herkesi, zorla ateşe atın, (yahut “onları ateşe girmeye zorlayın”) dedi.
Emri yerine getirdiler. En sonunda kucağında çocuğu ile bir kadın geldi, bir ara ateşe girmemek ister
gibi yaptı, sendeledi.

Çocuk:

- “Anneciğim, sık dişini, sabret, çünkü sen hak din üzeresin!” de(mek suretiyle annesini
cesaretlendir)di. Müslim, Zühd 73

Açıklamalar

Hadisimiz, sabır gerektiren büyük imtihanlara sadece müslümanların değil, önceki ümmetlerden bazı
mü’minlerin de tâbi tutulduğunu göstermektedir. Onların inançları uğrunda katlandıkları işkenceleri
hatırlatarak, müslümanların, karşılaştıkları sıkıntılara sabretmelerini, dinlerine olan bağlılık ve
güvenlerini yitirmemelerini anlatmaktadır.

Bir önceki hadiste bizzat Hz. Peygamber’in hayatından bir örnek verilmişti. Şimdi de geçmiş
ümmetlere ait bir misal verilmek suretiyle, imtihanın eskiden beri var olduğuna dikkat çekilmektedir.

Şâirin dediği gibi;

Fazilet ehline dâim tahakkümü cühelâ
Cihanda kaidedir, tâ cihan cihan olalı.”

Hadisimiz, Bürûc sûresinde anlatılan olaydan bir sahneyi canlandırmaktadır. Orada şöyle
buyurulmaktadır:

“Hazırladıkları hendekleri, tutuşturulmuş ateşle doldurarak onun çevresinde oturup, inanmış
kimselere dinlerinden dönmeleri için yaptıkları işkenceleri seyredenlerin canı çıksın. Bu
inkârcıların, inananlara kızmaları, onların sadece göklerin ve yerin hükümranlığına sahip,
güçlü ve övülmeye lâyık olan Allah’a inanmış olmalarındandır. Allah her şeye şâhiddir. Ama
inanmış erkek ve kadınlara işkence ederek onları dinlerinden çevirmeye uğraşanlar, eğer tövbe
etmezlerse, onlara cehennem azabı vardır. Yakıcı azab da onlaradır. İnanıp yararlı işler
işleyenlere, onlara, içlerinden ırmaklar akan cennetler vardır. Bu, büyük kurtuluştur” (Bürûc
sûresi (85), 4-11).

Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Eğitim ve öğretimde geçmişten misaller vermek, kıssalar anlatmak, geçerli ve etkili bir yoldur.
    Peygamberimiz’in uygulaması da budur.

2. Allah Teâlâ hakkı ve hak yanlılarını üstün kılar, bâtıl ve bâtılın taraftarlarını eninde sonunda perişan
    eder.

4. Harbte ve benzeri olaylarda yalan söylemek câizdir. İnsan canını kurtarmak için de yalan
    söyleyebilir.

5. Mü’min, imanındaki samimiyeti, sadâkatı açısından imtihana tâbi tutulur.

6. Mazlûmu ve kurbanı olmayan dâvâ yoktur.

7. Dînî ve umûmî bir fayda söz konusu ise, kişinin canını fedâ etmesi câizdir.